Sevgili dostlar, can dostum Zeycan'ın bizim için çevirdiği metni sizinle paylaşıyorum
David
Mitchell: Oğlumun otizmiyle yaşamayı öğrenmek.
Roman yazarı David Mitchell, oğlunda otizm
olduğunu öğrenmenin kendisinde yarattığı acı – ve sevinci anımsıyor.
Masanın öbür tarafındaki çocuk psikoloğu,
üç yaşındaki çocuğunuzun “otistik spektrum bozukluğuna sahip bir kişinin
davranışlarını gösterdiğini söylüyor. Ebeveyn olarak hayatınızın
düşündüğünüzden çok daha zor olacağını sezerek, hatta emin olarak dehşete
düşüyorsunuz. oğlanların kızlardan daha geç konuştuğunu veya iki dil konuşulan
ailelerde çocukların geç konuşabileceğini veya sen de aynı yaşta konuşmuştun
diyen arkadaşlarınıza veya yakınlarınıza göstereceğiniz en azindan 10 sayfalık
bir rapor var artık elinizde. Çocuğunuzun göz teması yapamamasının,
konuşmamasının ve resimli kitaplara gösterdiği ilgisizliğin bir nedeni ve adı
olması sizi rahatlatıyor.
Bundan ilk haberdar olması gereken
kişilere, içinde “bu arada”, “meğer”, “otizmliyiş”, “ama endişelenmeyin” ve
“neyse ki kafamızdaki soru işareti giderilmiş oldu” sözcüklerini içeren benzer
emailler yolluyorsunuz. Ne deneceğinin bilinemediği yanıtlar hızlıca geliyor:
Ortada ölen biri olmadığı için başsağlığı dilenemiyor ve “Çocuğunuzda otizm
teşhisi konulduğu için çok üzgünüz” yazan e-kartlar da yok. Insanlar,
Moğolistan’da ata binmenin ve şamanların otistik bir çocuğa ne kadar yardımı
olduğuna dair veya ünlü bir yazarın otistik oğlunun ne kadar iyileştiğine veya
kenevir tohumu ve akasya meyvesine dayanan beslenmenin ne kadar işe yaradığına
dair gazetelerden kesilmiş gazete yazıları yolluyorlar. Bu küpürler çöpe
atılıyor.
Daha fazlasını öğrenmek için kitaplar
okuyorsunuz; şimdiye kadar otizme dair tek bildiğiniz Yağmur Adam filmi. Otizm,
sürekli yaygınlaşan, belirsizliklerle dolu ve çelişkili bir alan. Akademik
tahminlerle sürekli fikirler beyan edilse de, sebepleri tam bilinmiyor. Otizmin
birçok semptomu var. kimisi sizin kendi çocuğunuzda görülebiliyor, ama birçoğu
da görülmeyebiliyor. Bill Gates gibi ışıltılı yaşama sahip kişilerin “yüksek
işlevli otizm”i olduğunu, “düşük işlevli otizm”e sahip kişilerin daha sönük
yaşamları olduğunu öğreniyorsunuz. Çocuğunuz için en iyisi olmasını umut
ediyorsunuz.
Otizm tedavileri için büyük bir pazar
olduğunu keşfediyorsunuz. Kimisi akla uygun, diğerleri şüpheli tedaviler. Bir
kişi çıkıp, delinmiş bağırsaklardan sızarak kana karışan alerjenlerin beyinsel
gelişime engel olmasından dolayı otizmin ortaya çıktığını iddia ediyor.
York’taki bir laboratuvara kan
örneğinizi kargoyla yolluyorsunuz ve sonuç olarak kuzu eti, kivi, ananas,
gluten, kırmızı et ve süt ürünlerinin yasaklandığı uzun bir yasaklanmış gıda
listesi yollanıyor. Aile bu beslenme biçimine geçiyor ve siz biraz daha
sağlıklı hissetseniz de, çocuğunuzda hiçbir değişim görmüyorsunuz. Keza bir
arkadaşınızın size ısrarla tavsiye ettiği, Amerika’dan sipariş verdiğiniz
iyonize su da öyle. Bir türbeden diğerine koşturup dua edecek doğru kutsal
kişiyi arayan ortaçağlı bir hastaya sempati duyuyorsunuz; oysa gerçekten
ihtiyacınız olan tek şey tıp biliminde yapılacak olan büyük atılım. Böyle bir
atılım, otizm araştırmalarında yapılmadı henüz.
Yaşamınıza otizm terapistleri giriyor.
Kimisi yerel yönetimlere bağlı sağlık görevlileri, kimisi de özel bakım
uzmanları. Kimisi konuşma ve dil üstüne uzmanlaşmış özel terapistler. Kimisi
“Floortime” (oyun temelli bir tedavi yöntemi) yöntemini, kimisi “uygulamalı
davranış analizi” ni savunuyor; kimisi bir yöntemi hararetle savunurken, kimisi
de “işe yarıyorsa her yöntem iyidir” diyen daha pragmatic bir yöntemi
benimsiyor.
Tedaviye “müdahele” dendiğini
öğreniyorsunuz ve haftada 10-15 saat eğitim önerilmesine rağmen, devletin size
tahsis ettiği bakım görevlisinin sadece yıllık 15 saat hizmet verebilecek
kaynağı olduğunu öğreniyorsunuz. Ve hastalık, personel eğitimi gibi sebepler
düşünce, geriye sadece 10 saat kalıyor. Bir öğleden sonra, yerel bakım
kuruluşundan gelen therapistin, çocuğunuzun mutfakta kafasını yere vurmasından
o kadar sinirleri bozuluyor ki, terapi bitmeden kaçıp gidiyor. Işte o zaman
özel ders aldırmanız gerektiğini anlıyorsunuz. Ödeyeceğiniz parayı çok
görmüyorsunuz – bulduğunuz terapist, özel ihtiyaçlı çocuklara eğitim verme
konusunda son derece başarılı – ama haftada 10 saatlik ders, size yılda 10,000
pounda mal oluyor. Bu paranın bir kısmı, ögretmenle ilgili birtakım resmi
kriterler yeterli ise devlet tarafından size geri ödüyor, ama çoğunluğu yine
size kalıyor. Okul tatilleri süresince alınan terapiler geri ödemiyor devlet,
çünkü resmi makamlar, okul tatilleri dışında otizmin ortadan kalktığına
inanıyorlar.
Her şey daha da zorlaşıyor. Uykularınız
bölünüyor ve hiç düzelmiyor. Otizmli çocukların uyku saatleri diye bir şey yok.
Hacıyatmaz şeklinde saatlerce uyanık kalabiliyorlar. Genellikle gece yarısını
geçtikten sonra yorulana kadar böyle devam ediyorlar. Gece 3’de verdikleri
partiler artıyor. O saatte tazelenmiş şekilde uyanıyor çocuğunuz ve bir saat
boyunca yatağın üstünde zıplıyor, kahkahalar ve çığlıklar atarak. Eşiniz
dinlensin diye çocuğunuzu arabayla gezintiye çıkarıyorsunuz ve 45 dakikalık
dinmeyen çığlıklar sonrası pes edip eve geri dönüyorsunuz. En kötüsü, günde
10-12 kez sert zemine kafasını vurması. Çocuğunuzun kafasındaki morluklar,
markete gittiğinizde size şüpheli bakışlar atılmasına sebep oluyor. Kendine
zarar verme nedenlerini belirlemek için bir günlük tutmanız öneriliyor, ama
bunların birkaç belirgin sebebi olduğu ortaya çıkıyor: Açlık, yorgunluk, bir
oyuncağın pilinin bitmesine duyduğu öfke, çizilmiş bir DVD, mutfaktaki
bıçaklarla oynamasına izin verilmemesi.
Kafasını vurmasını zorla engellememeniz
gerektiği söyleniyor, çünkü çocuğunuza kafa vurmak demek ilgi gösterip
kucaklamak demektir diye algıladığı için, bu kafasını vurmasına teşvik olabiliyor.
Ama aynı zamanda da beyin zedelenmesi ve sarsıntısı geçirmesinden
endişeleniyorsunuz. Iyi bir terapist, başıyla zemin arasına ayağınızı koymanızı
öneriyor, böylece vurma etkisi azalmış oluyor. Ayaklarınız acıdıkça, otizmin
nedeninin, çocuklarını doğru düzgün sevmeyen ilgisiz anneler olduğunu iddia eden o ünlü Amerikalı
psikoloğu hatırlıyorsunuz. Şeytan’ın bu yüksek eğitimli beyefendi için özel
planları olmasını umuyorsunuz. Yakınları yanlarında olan ve kendilerine her
zaman yardıma hazır arkadaşlarınıza imreniyorsunuz. Diğer birçokları gibi, siz
ve eşiniz de tek başınasınız. Kendinize acımak size kötü hissettiriyor ama bu,
sonrasında, otizmli çocuğuna tek başına bakmak zorunda kalan, ödemesi gereken
verginin miktarından dolayı tek göz eve taşınmak zorunda kalan bekar bir
ebeveynin karşısında utanmanıza neden oluyor.
Toplumsal algılarınız bozulmaya başlıyor.
Arkadaşlarınız sizi ikna etmeye çalışıyor: “Getir oğlunu. Hiç sorun değil –
bizim ev zaten her zaman darmadağın olur.” Ama perdenin asıldığı çubuk
çıkarılıp oyuncağa çevrildiğinde o kadar da rahat olmadıklarını biliyorsunuz.
Çocuk bakıcıları, uçakla yolculuk, oteller ve pansiyonlar sözkonusu bile değil.
Tatile gittiğinizde bırakabileceğiniz bakım hizmeti veren yerler var, evet. Ama
dört yaşındaki çocuğunuzu tuhaf insanlar arasına bırakmaya da gönlünüz razı
olmuyor. Çünkü otizmli bir ergenin böyle bir bakım tesisinde öldüğü haberini
okumuş oluyorsunuz. Çocuk lastik eldiven yutmuş ve ertesi gün bulmuşlar. O
anda, çocuğunuzu, arkadaş edinmek, sinemaya gitmek, doğum günü partileri,
parkta geçirilen bir gün gibi bir sürü çocukluk keyiflerinden mahrum eden otizme kahrediyorsunuz.
Çocuğunuz bir dönem şiddetli bir şekile
aşırı duyarlılık sorunu yaşıyor ve giysiler tenine rende sürülmüş gibi
hisettiriyor. Oturmak, hatta uzanmak dayanılmaz bir rahatsızlık veriyor.
Insanlar size masaj yağları, çocuğunuzu çık hızlı şekilde sallamanızı ve güneş
lekelerinin azalmasını beklemenizi filan öneriyolar. Kimisi de, “bana anlatman
iyi oldu” ses tonuyla sizi rahatlatmaya çalışıyor.
Çocuğunuz 5 yaşına geliyor. Bir gün,
çocuğunuz arabanızdaki VW harflerini parmağıyla takip ediyor ve “V ve W”
harflerini söylüyor. Birkaç gün sonra, bir radyo kanalının reklam müziğini
söylediğini işitiyorsunuz. Ama sözsüz olarak. Kısa bir süre sonra, gözünüze
sokar gibi bir bardak uzatıyor ve “meyve suyu” diyor. Iki hafta sonra,
therapist çocuğunuzu mutfağa getiriyor ve çocuğunuz “Elma suyu alabilir miyim, lütfen?”
diyor.
İletişim hala çok yavaş – karşılıklı
diyalog henüz yok ve çoğu kişi anlayışlı yaklaşırken, eşiniz, anaokulundaki
gösterilerdeki çocuk annelerinden gelen olumsuz tepkileri size anlatıyor.
Ayakkabıcı dükkanındaki satış görevlisi, çocuğunuzun ayak numarasını ölçerken
geçirdiği sinir krizine surat asıyor. Kuaför
kadın, o yaştaki bir çocuğun saç kesme makinesinden dolayı deliye
dönmesiyle ilgili olarak ne düşündüğünü ifade etmekten kaçınmıyor. Ama yine de,
oğlunuzun büyürken değiştiğinin farkındasınız. hayat, minik adımlara olsa da,
daha iyiye gidiyor. Çocuğunuz, ayakta durarak sebze doğramaktan, birşeyler
pişirmekten, ağaç dallarının arasından görünen gökyüzüne büyülenmiş gibi
bakmaktan ve pazar günleri yayınlanan radyo piyesinin müziğini duyunca sevinçle
zıplamaktnan hoşlanıyor. Bir gün, çocuğunuz, kendi ismini çizgi film kahramanı
“Dora” olarak değiştiriyor ve anlayıp anlamadığınızı görmek için size hınzır
hınzır gülümsüyor: İlk şakası. mikrodalga fırının üstündeki rakamlar onu mest
ediyor ve merdivenleri İngilizce, İspanyolca ve Japonca dillerinde sayıyor. Bir
gün, iPad oyununda bir oyunda 79,550 puan yapıyor. Bu rakam, ev halkının diğer
“normal” üyelerinin yaptığı puandan 50,000 puan daha fazla.
Ilkokul bulma vakti geliyor. Son durumunun
tetkik edilmesi için çocuğunuzu yerel yönetime bağlı bir devlet kuruluşuna
götürüyorsunuz. Bir ilkokulun sağlaması gereken hizmetleri sıralayan bir liste
veriliyor elinize: Özel gereksinim birimi dahilinde, mesleki terapi, konuşma ve
dil çalışması ve bire bir ilgilenen özel gereksinim görevlisi. Bölgede hangi
okulların bu hizmetleri verdiğini soruyorsunuz. Ketum bir therapist size iki
okulun adını veriyor. A Okulu 35 km uzaklıkta, B Okulu da 45 km uzaklıkta. A
Okulu’nun müdürü telefonda size oğlunuzun konuşup konuşamadığını soruyor.
“Biraz” diyorsunuz. Müdür, sadece konuşmayan çocukları aldıklarını söyleyip iyi
günler diliyor. B Okulu’na gidiyorsunuz. Özel gereksinim biriminde 6 kişilik
yer var ve bunun 3’ü dolmuş. Bulunduğunuz bölgenin yarısında yaşayan 5 yaşındaki
otizmli çocukların, geriye kalan bu üç kişilik boşluk için yarışması
gerektiğini acı biçimde fark ediyorsunuz. Müdür, sizi etkiliyor ve kendi oğlu
da otizmli olduğu için nelere gereksinim duyulduğunu iyi biliyor. Fakat başvuru
formunda, bu okulun “Katolik inancı”na mensup olduğu konusunda sizi uyarıyor ve
mevcut ise, bağlı olduğunuz kilisenin hangi bölge olduğunu ve rahibinizin adını
soruyor. Her ikisi de mevcut değil; iPad oyununda alınmış 79,550 puanın pek bir
işe yarayacağını pek sanmıyorsunuz.
Arabayla evinize dönerken, doldurmuş
olduğunuz başvuru formunun, çöp tenekesinin dibini boyladığında çıkardığı tok
sesi işitir gibi oluyorsunuz, ama bu sadece hayal tabi. Daha sonra, bakım
kuruluşundaki terapistinizi arayıp çocuğunuzu eylül ayında gidebileceği bir
okul olacağını sanmadığını söylüyorsunuz. “Şimdi ne yapmamız gerekiyor?”
Terapistiniz, “Belki de B Okulundan haber çıkar” diyor. Bunun olmayacağını
ikinizin de bildiğinizi söylüyorsunuz ve kendi yerinizde olsaydı ne yapacağını
soruyorsunuz. Hiçbir fikri olmadığını söyletene kadar yakasını bırakmıyorsunuz.
Daha sonra, bunu yaptığınıza pişman oluyorsunuz. Çünkü bu onun hatası değil.
Son dakikada, Eğitim Bakanlığı, yasal işlem
ve medyanın konunun üstüne gideceği kokusunu alıyor ve bu duruma bir yanıt
vermesi gerektiğini fark ediyor. Ya da belki de bu çok şüpheci bir varsayım;
veya siyasete yön verenleri harekete geçiren şey fedakarlık ve alakalarıdır.
Yakındaki bir ilkokul, bünyesinde otizmli çocuklar için yeni bir birime yer
verme teklifinde bulunuyor. Sadece birkaç yıldır tanıdığınız okul müdüresi,
kendini işe adamış, hedefine odaklanmış ve usanmak bilmez biri. Kabul ediyor
ve onun sayesinde 6 yaşındaki çocuğumuzun eylül ayında gideceği bir okulu
oluyor. Bu işin içindeki herkes henüz öğrenme aşamasında, ama olması gerekenden
çok daha az bir ödenekle ve maaşla, bütün ekip çok iyi iş çıkarıyor. Çocuğunuz
ilk defa sınıf arkadaşları oluyor ve binbir zorlukla her öğrenciye bir iPad
alınıyor. Bütün bunlar hızır gibi yetişiyor. Uzman uygulamaların yanı sıra, kendinden kameralı sistem öğretmenin, çocuğunuzun sizin olacağını hiç tahmin etmediğiniz
sınıfta kaydettiği başarıları kaydetmesini sağlıyor. Siz ve çocuğunuz bu
videoları evde keyifle izlemeye bayılıyorsunuz.
Başka iki şeyin bana çok yardımı dokunuyor:
mukayese ve bir kitap. Mukayese - Yahudi bir arkadaşın hahamından geliyor ve
İtalya’da uzun süreliğine kalmayı planlayan ebeveynlerin beklentilerini
karşılaştırıyor bu Tatilinizden önce, İtalya hakkında birşeyler okuyorsunuz,
İtalya ile ilgili bilirkişilerle konuşuyorsunuz, güzergahınızı planlıyorsunuz,
İtalyanca hakkında bir şeyler öğreniyorsunuz ve orada yaşayacağınız keyiflerin
hayalini kuruyorsunuz. Otizm, Asperger, Down Sendromu vs gibi hayatınızı
belirleyici teşhisler konulması, uçaktan inip kendinizi hoş kokulu, romantik
Roma’da değil de, Hollanda’nın Schipol Havalimanı’nda bulmak gibi birşey. Ne
olursa olsun! Eşimle birlikte diğer herkes gibi biz de İtalya’da bir tatil
planı yapıyoruz. Ama zaman geçiyor ve İtalya’da olmayı arzularken, Hollanda’yı
göremeyeceğinizi acı bir şekilde fark etmenizi sağlıyor. Tavrınız değişiyor ama
ve Hollanda’nın da kendine has bir güzelliği, kendine has, hayatı
zenginleştiren deneyimleri olduğunu keşfediyorsunuz.
Bu şekilde düşünmem konusunda bana en çok
yardımı dokunan kitap, Naoki Higashida adında 13 yaşındaki otizmli Japon bir
oğlan çocuğunun yazdığı kitap oldu. Kitabın adı, “Zıplama Sebebim”. Yazar,
ileri derecede bir otistik olarak değerlendirilebilir ve “kartondan bir
klavye”de her seferinde tek bir karakteri işaret ederek yazıyor. Ona yardım
eden bir kişi, bu karakterleri kelimelere, cümlelere ve paragraflara
dönüştürüyor. Birinci bölüm, soru-cevap şeklinde; yazarın sahip olduğu durumdan
dolayı yaşadığı hayatla ilgili soruları cevapladığı bölüm. Bu bölüm,
aydınlatıcı ve basit. Kendi oğlum, otistik bir zihin içinde yaşamanın nasıl
birşey olduğuna dair sorduğum sorularımı yanıtlamış gibi hissediyorum. Neden
çöküş yaşıyorsun? Hafıza, zaman ve güzellik kavramlarını nasıl görüyorsun?
İlk kez cevaplar alıyorum; teoriler değil.
Okuduklarım benim daha açık görüşlü, daha faydalı, oğluyla daha çok gurur duyan
ve daha mutlu bir baba olmama yardımcı oldu. İkinci bölümde bir öykü var, “Ben
Tam Buradayım”, ölü olduğunu ve bir daha iletişim kuramayacağını fark eden Shun
isimli bir oğlan çocuğuyla ilgili.
Eşim ve ben, Zıplama Sebebim kitabını, sırf
oğlumuzun terapisti okusun diye, el altından çevirdik, ama yayıncılarım
müsveddeyi okuduklarında, kitabın geniş bir kitlenin ilgisini çekebileceğini
söylediler. Bana göre, Naoki Higashida, otizmli insanların bir şey hissetmeyen
androidler olduğu kanısındaki tembel klişeyi ortadan kaldırıyor. Tam tersine,
onlar her şeyi hissediyorlar, hem de çok yoğun biçimde. Sahip olmadıkları şey,
hissettiklerini anlatma yeteneğine sahip olmamaları. Bunun bir kısmı bizim
hatamız yüzünden. Çünkü tamamen şoka uğramak, üzülmek, gergin olmak ve onları
neden işitemediğimiz konusuna başka bir açıdan bakmamakla meşgul ediyoruz
kafamızı.
Yaşam
bir savaş: Otizmle büyümek, 13 yaşındaki Naoki Higashida anlatıyor.
Naoki
Higashida: “Beni gülümseten şey, güzel bir şey görmek”
Küçükken, özel ihtiyaçlara sahip olduğumu
bile bilmiyordum. Bunu nasıl öğrendim? Diğer insanlar, benim farklı olduğumu ve
bunun bir sorun olduğunu söyledikleri için. Gayet doğru da. Normal biri gibi
davranmak benim için çok zordu ve hâlâ “gerçek” bir karşılıklı sohbet
gerçekleştiremiyorum. Yüksek sesle kitap okuma ve şarkı söyleme konusunda
zorluk yaşamıyorum, ama biriyle konuşmaya başladığım anda, sözcüklerim yok
oluveriyor. Bir şey yapmam istendiğinde, doğru düzgün buna yanıt veremiyorum ve
ne zaman gergin olsam, olacak olan şeyden kaçıyorum. Alışveriş yapmak gibi
basit bir faaliyet bile tek başıma yapıyorsam çok zor gelebiliyor.
Öfke dolu, mutsuz ve çaresiz geçirdiğim
günler boyunca, herkes otistik olsa nasıl olur diye düşünmeye başladım. Otizm
sırf bir kişilik özelliği olarak görülseydi, her şey çok daha kolay olurdu.
Eğitimler saysinde, yazarak iletişim kurma yöntemini öğrendim. Sorun şu ki,
otizmli birçok çocuk kendisini ifade etme araçlarına sahip değil ve çoğu kez
kendi ebeveynleri bile onların kafasındaki düşüncelere dair hiçbir fikirleri
yok. O yüzden, benim en büyük umudum, otizmli insanların zihinlerinden neler
geçtiğini bir miktar da olsa kendimce açıklayabilmek.
Otizmli
insanlar neden yüksek sesle ve tuhaf bir biçimde konuşuyorlar?
Insanlar, kendi kendime konuşurken çok
yüksek sesle konuştuğumu söylüyorlar; oysa diğer zamanlarda sesim oldukça yavaş
çıkıyor. Bu kontrol edemediğim birçok şeyden biri. Çok moralimi bozuyor. Tuhaf
bir ses tonuyla konuşurken, bunu bilerek yapmıyorum. Ama tabi ki, bildiğim veya
kolay söylenen sözcükleri kullandığımda, kendi sesimi rahatlatıcı bulduğum
zamanlar oluyor. Ama kontrol edemediğim ses farklı. Bu ses, ağzımdan
kaçıveriyor, onu çıkarmayı istediğimden değil: Daha çok bir refleks gibi. Tuhaf
sesim bir kez başladı mı, onu geri almak mümkün olmuyor. Bunu yapmayı denersem,
canım acıyor; sanki neredeyse kendi boğazımı sıkarmışım gibi.
Aynı
soruları neden üst üste soruyorsun?
Doğru, her zaman aynı soruları soruyorum.
“Bugün günlerden ne?” veya “Yarın okul var mı?” Neden mi? Bana söylenen şeyi
hemen unutuyorum. Kafamın içinde, biraz önce söylediğim şey ile çok zaman önce
duymuş olduğum şey arasında çok bir fark yok.
Normal bir kişinin hafızasının, düz bir
çizgi gibi kesintisiz olarak düzenlenmiş olduğunu tahmin ediyorum. Ama benim hafızam noktalardan oluşan bir
havuz gibi. Daima bu noktaları, kendi sorularımı sorarak “yakalıyorum” ki
böylece noktaların temsil ettiği anıya yeniden ulaşabileyim.
Ama tekrar eden sorularımız için başka bir
neden daha var: Bizim sözcüklerle oynamamızı sağlıyor. Karşılıklı konuşma
konusunda iyi değiliz ve ne kadar çok uğraşırsak uğraşalım, sizin kadar kolayca
konuşamayacağız asla. Bununla ilgili tek istisna, bildiğimiz kelimeler veya
cümlecikler. Bunları tekrarlamak çok eğlenceli. Yakalamaca oyunu gibi. Söylemek
için sıraya koyduğumuz sözcüklerin aksine, cevaplarını bildiğimiz soruları
tekrar etmek zevkli olabiliyor: Ses ve ritmlerle oynamak bu.
Defalarca
sana söylense de, yapmaman gereken şeyleri neden yapıyorsun?
Yaramazlıktan bunları yapıyormuşuz gibi
görünebilir, ama öyle değil gerçekten. Biz azarlandığımızda, yapmamamız gereken
bir şeyi yine yapmış olmaktan dolayı çok kötü hissediyoruz. Ama bir kez daha
bunu yapma şansı karşımıza çıktığında, en son yaşadığımız olayı umutmuş
oluyoruz. Lütfen, ne yaparsanız yapın ama bizden vazgeçmeyin. Sizin yardımınıza
ihtiyacımız var.
“Acaba hiç öğrenebilecek mi?” diye
düşünüyor olmalısınız. Sizi üzdüğümüzü biliyoruz ama bize söz hakkı verilmiyor
ki. Lütfen, ne yaparsanız yapın, bizden vazgeçmeyin. Sizin yardımınıza
ihtiyacımız var.
Kendi
başına olmayı mı tercih edersin?
İnsan olarak doğmuş bir kişinin, tek başına
bırakılmak isteyeceğini düşünemiyorum. Bizi endişelendiren şey, sizler için
sorun yaratıyor olmak veya hatta sinirlerinizi bozmak. O yüzden diğer
insanların yanında kalmak bizim için zor oluyor.
Gerçek şu ki, diğer insanlarla birlikte
olmaktan çok hoşlanıyoruz. Ne zaman birisinin tek başıma kalmak istiyorum
dediğini duysam, bu beni son derece terk edilmiş hissettiriyor. Sanki bize
bilerek sırt çeviriyormuşsunuz gibi geliyor.
Neden
ufacık hatalar yapmayı bile çok büyük bir sorun haline getiriyorsun?
Hata yaptığımı gördüğümde, beynim duruyor.
Ağlıyorum, bağırıyorum, yaygara çıkarıyorum ve hiçbir şeyi doğru düzgün
düşünemez hale geliyorum. Hata ne kadar minicik olursa olsun, bu benim için çok
büyük bir mesele. Örneğin, bir bardağa su doldurduğumda, tek bir damlasını
dökmeye bile dayanamıyorum.
Belli
eylemleri neden defalarca tekrarlıyorsun?
Beynimiz sanki aynı emri sürekli, tekrar
tekrar gönderiyormuş gibi oluyor. Sonra, o eylemi tekrarlarken, çok iyi
hissediyoruz ve son derece rahatlıyoruz.
Kendi zihinlerinin ne dediğini bilebilen ve
buna uygun olarak hareket edebilen insanlara imreniyorum. Benim beynim, ister
yerine getireyim, ister getirmeyeyim, bana sürekli minik görevler yolluyor. Ve
itaat etmezsem, korku duygusuyla savaşmam gerekiyor. Otizmli insanlar için,
hayatın kendisi bir savaş.
Yüz
ifadelerin neden çok kısıtlı?
Yüz ifadelerimiz, kısıtlı görünüyor çünkü
siz bizden daha farklı düşünüyorsunuz. Başkalarının yanındayken kahkaha
atamamak uzunca bir süre canımı sıktı. Otizmli biri için, neyin eğlenceli veya
komik olduğu sizinkilerle aynı değil, sanırım. Dahası, bazı durumların bizim
için doğrudan umutsuz olduğu zamanlar var – gündelik yaşamlarımız, alt etmeye
çalıştığımız zorluklarla dolu. Diğer zamanlarda ise, eğer şaşırmışsak, veya
gerilmiş veya utanç duyuyorsak, donuklaşıp hiçbir duygumuzu gösteremiyoruz.
Insanları eleştirmek, onlarla dalga geçmek,
onları aptal yerine koymak ve alay etmek, otizmli insanları güldürmez. Bizi
içimizden gülümseten şey, güzel bir şeyler görmek veya bizi güldüren bir anımız
olur. Bu genelde, bizi kimse izlemiyorken oluyor. Ve geceleri kendi
başımızayken, yorganın altında gülme krizine girebiliriz veya boş bir odada
kahkahalar atabiliriz. Başka insanları veya herhangi başka şeyleri düşünmek
zorunda değilsek, işte o zaman doğal yüz ifadelerimizi takınırız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder